Ya Cep Telefonu Olmasaydı
Obsesyon dedikleri midir bu? İnsanın plastik, mika metal parçalardan oluşmuş cep telefonu diye isimlendirdiğimiz elektronik bir cihaza bağlılığı bağımlılık mıdır yoksa alışkanlık mı? Avuç avuç para döktüğümüz, uğruna taksitli borçlara girdiğimiz nesne yokken nasıl yaşamışız, işler nasıl yürümüş, meraklarımızı evhamlarımızı nasıl gidermişiz hayret.
Bilmem neden böyle yapıyorum? Bu gün elimizden bir dakika olsun düşürmediğimiz ve cep telefonu dediğimiz o küçük alet, neden hemen her an “merhaba”, “nasılsın”, “nerelerdesin” demenin de ötesinde, dostum, sırdaşım, mahremim, vazgeçilmezim oluyor?
Bir an önce geçmesini beklediğim sıkıntılı vakitlerde, toplu taşıma araçlarının gelmesini ya da ortasında durduğum kuyrukta sıranın ilerlemesini beklerken, akmayan trafikte ya da başlamasına az kalmış gergin bir toplantının öncesinde can simidine sarılır gibi ona sarılıyorum. Küçük tuşlarına dokunup kilidi açıyorum. Eski mesajlara, kayıtlı resimlere, son arayanlara bakıyorum. Hiç bir şey bulamazsam sosyal medyaya dalıyorum. Kim ne yapmış, neyi beğenmiş, kim küfretmiş anında öğreniyorum.
Televizyon karşısına geçtiğim saatlerde bir elimde kumanda varsa diğer elimde cep telefonum var. Bilgisayar kullanıyorsam hemen yanı başımda duruyor. Kimilerinin tespih çevirmesi gibi avucumun içinde evirip çevirmekten hoşlanıyorum. Bu küçük oyuncağa dokunmanın, elinde tutmanın verdiği hazza bir isim vermek istesem şehvetten başka bir isim bulabilir miyim acaba?
Cep telefonumun benden uzakta kalmasından, bir başkasının onu eline almasından hele ki benim telefonumla görüşme yapmasından müthiş rahatsız oluyorum. Fazla yakın tutmayın sakata gelirsiniz uyarıları var ama inadına cebimde taşımayı seviyorum.
Eve döndüğümde zillere basmak angarya geliyor bana. Seslensem duyacaklar ama yine de telefona sarılıyorum, açın kapıyı ben geldim diyorum. Bir arkadaşımla bir yerde mi bulaşacağım on defa arıyorum ya da aranıyorum. “Nerdesin?”, “Ne tarafta?”, “Hah tamam gördüm seni. Geliyorum sana” doğru konuşmalarıyla dolu kayıtlar.
Horozlu çalar saat devri çoktan kapandı benim için. Uyanacaksam yastığımın altında ya da baş ucumda duran telefonla uyanıyorum. O beş dakika ertele seçeneği var ya hastasıyım. Her sabah en az beş daha erteliyorum.
Resim çekmeye bayılıyorum. Pelür kağıtların ayraç olduğu, şeffaf şeritlerine fotoğrafları yerleştirdiğimiz fotoğraf albümleri vardı eskiden. Olur olmaz zamanlarda ilgili, ilgisiz yüzlerce resmi ne yapacağım bilmiyorum.
Geçenlerde bir arkadaşımla oturduk sohbet ediyoruz. Elinde eski model yeşil ekranlı cep telefonlarından birisi. Değiştirmeyi düşünmüyor musun diye sordum; “Bu bir klasik” diye cevapladı. Telefonu tuttu hemen karşımızda duran metal dolaba fırlattı. Sonra yerinden kalktı çarpmanın etkisiyle üç beş parçaya ayrılmış olan telefonu toparladı, açma tuşuna bastı. Gayet güzel çalışıyordu telefon.
“Gördün mü” dedi. “Alo diyorum. Batarya ömrü en az üç gün. Radyosu da var. Beş senedir bu telefonu kullanıyorum. Daha ne olsun?”
Haklı mıydı haksız mı? Bir insanın bir cep telefonundan alo demekten başka beklentileri olmaz mıydı gerçekten?