Kim ne derse desin yalan söylemek her zaman değilse de çoğu zaman ihtiyaçtandır. Söylenen yalana kanmak daha da büyük ihtiyaçtandır. İhtiyaç deyince yalan iyi bir şeymiş de çok gerekliymiş, yalanı savunuyormuşum gibi anlaşılmasın ama konuyla ilgili ilginç bir tespitim var. Ortada yalan atan birisi varsa o yalana inanmak isteyen birileri de mutlaka vardır.
Tarihin kayıtlara geçen ilk medya yalanının, yine tarihin ilk yazılı antlaşmasıyla sonuçlanan Kadeş Savaşı sırasında uydurulduğu söyleniyor. Hititler tarafından Asi nehri kıyısında pusuya düşürülen Ramses ordusunun yarısını kaybetmekle kalmayıp canını zor kurtarıyor. Apar topar geri döndüğünde ise yollara dökülen halkı onu alkışlarla karşılıyorlar. Hiç bozuntuya veremiyor Ramses, halkın arasına saldığı adamları savaşı nasıl kazandıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Büyük bozgun saf insanların gözünde zafere dönüşüyor. Bu da yetmiyor, büyük tapınakların duvarlarına savaşın nasıl kazanıldığını aşama aşama anlatan hiyeroglifler çizdiriyor. Bütün bunlar ihtiyaçtan. Ramses’in ihtiyacının ne olduğu belli de asıl halkının ki enteresan. Onların kudretli, tanrısal güçlere sahip, yenilmez bir hükümdara ihtiyacı var.
Nemrut’a kızabilirsin ama asıl kızılması gereken ona tanrılığı yakıştıranlarda. Sonuçta zekâsını kötüye kullansa da kafası çalışıyor. O kadar insanın neye ihtiyaç duyduğunu anlamış, ben tanrıyım deyip çıkmış işin içinden. Ne zaman ki doğruları söyleyen, hayır inandığınız gibi değil, yanlış yoldasınız diyen bir peygamber geliyor işte ondan sonra kopuyor kızılca kıyamet. Dev ateşler yakılıyor, mancınıklar kuruluyor, sen misin doğruyu söyleyen. Firavun’un durumu daha da vahim. Hazreti Musa Kızıldeniz’i yarıp geçtiğinde, Firavun kendi yalanına kendisi de inanmış olmalı ki o geçer de ben geçemez miyim deyip atıveriyor kendisini dalgaların arasına.
Başta da dediğimiz gibi yalan söyleyen birileri varsa mutlaka o yalana inanmaya hazır birileri de vardır. Masalda “Kral Çıplak” diye bağıran çocuk çok sevimli anlatılır ama o gün orada bulunanların tamamının gözünde sevimsizin önde gidenidir o çocuk. Bir çuval inciri berbat etmiştir. Kralın yüzüne aptallığını, coşkuyla alkışlayanların yüzlerine yalanlarını vurmuştur. Masal orda biter, daha sonra çocuğa neler olduğunu kimse anlatmaz. Üstün hizmetinden ve cesaretinden dolayı kraldan madalya almış mıdır, şövalye ilan edilmiş midir, fakir babasına dev bir şato, hiç olmazsa küçük bir çiftlik evi hediye dilmiş midir? Hiç sanmıyorum.
Hepimizin inandırıcı yalanlara ihtiyacı var. Gazeteler, boy boy yazacak, televizyonlar bangır bangır bağıracak, siyasetçiler boğazlarını yırtacak ki kendimize gelelim. Güzel günler için hayaller kuralım, umutlarımızla mutlu olalım. Daha bir hırsla, daha bir iştahla düşelim peşlerine. Doğruyu söyleyip karamsar tablolar çizenleri kimse sevmemiş tarih boyunca. Biz neden sevelim?
Küçük bir yalan anısı
Oğlumu hıçkırık tuttu. O zamanlar dört beş yaşında. Hıçkırığı geçirmenin yöntemini biliyorum. Hıçkıran kişiyi heyecanlandıracak ya da korkutacak küçük bir yalan yeterli. Hemen aklıma çok sevdiği örümcek adam kıyafetleri geldi.
“Biliyor musun” dedim “Annen örümcek adam kıyafetlerini komşunun çocuğuna verdi…”
Dudakları büküldü ama işe yaradı. Hıçkırığı geçiverdi. Daha fazla üzmeden hıçkırığın geçmesi için öyle söylediğimi anlattım. Gittik beraber dolabı açtık, kıyafetlere baktık, yerli yerinde olduklarını görünce sevindi.
Aradan bilmiyorum kaç gün kaç hafta geçti. Oğlum yanıma geldi hıçkırıyor. Ne söylesem de hıçkırığını geçirsem diye düşünürken bombayı patlattı;
“Baba ya! Deminden beri kendi kendime annem örümcek adam kıyafetlerimi komşunun oğluna verdim diyorum, yine de geçmiyor hıçkırığım…”
Ne diyebilirim ki. Dört yaşında çocuğun kendisini inandığı yalanla tedavi etmesi çok normal de biz büyükler neden iflah olmuyoruz. Neden her seferinde aynı yalanlara inanıp, aynı hayal kırıklıklarını tekrar tekrar yaşıyoruz?