Sevgi emek ister derken, senin ve benim dışımdaki dünyayı, topraktaki karıncadan o sonsuz kara boşluktaki yıldıza kadar emek verenleri görmemek ve sevgimizi sadece konuşmalarımızdan, küsüp barışmalarımızdan, türlü iltifat ve gösterişlerimizden ibaret sanmamız ne büyük haksızlık olur.
Ayaklarımızı denize sarkıttığımız iskeleden gördüğümüz şu yıldızın ışığı, elimizde tutup iştahla dişlediğimiz bu ekmek gibi çok uzak yollardan geldi. Buğdayın nasıl toprağa düştüğünü, toprağı delip nasıl filizlendiğini, nasıl başak olduğunu, nasıl yeni taneler verdiğini, un olurken, hamur olurken, pişip ekmek olurken ne kadar zamanda kimlerin elinden geçtiğini, kimlerin alın teriyle karıştığını ve bize nasıl armağan edildiğini başka bir zaman uzun uzun anlatırım sana ama o yıldızın ışığı biz henüz daha biz çocukken, benim misket oynadığım, senin ip atladığın zamanlarda çıkmıştı yola.
Çocukluğunu hatırladığında benim çocukluğumu da merak ettiğin oldu mu hiç? Birbirlerinden habersiz, birbirlerinden çok uzakta ama aynı gökyüzü altında oldukları için yakın iki çocuk, karşılaşacakları güne doğru büyürlerken şimdi baktığımız bu yıldızın ışığı da sabırla bize doğru yol alıyordu.
Ben orta okula giderken sen ilk okul sıralarında olmalısın. Ergen olduğumda belki halen çocuktun. Yeter artık büyüdüm. Ben ben oldum. Varın farkıma diye bağırdığım anlarda belki saçlarındaki beyaz kurdeleyi çözüyordun, belki bir kediyi okşuyordun belki de gözyaşlarınla yanaklarını ıslattığın bir bez bebeğe sarılıyordun teselli bulabilirmiş gibi. Korktuğum anlarda korkmuş, heyecanlandığım anlarda heyecanlanmış, üzüldüğüm anlarda üzülmüş müydün? Tarifsiz, nedensiz kederlerin ansızın gelip üzerime çöreklendiği anlar senin ağladığın, yüreğimin pırpır edip kabıma sığmadığım nedensiz sevinç patlamaları senin güldüğün zamanlar mı denk gelmişti acaba?
Ayaklarımızı denize sarkıttığımız iskeleden gördüğümüz şu yıldızın ışığı, elimizde tutup iştahla dişlediğimiz bu ekmek gibi çok uzak yollardan geldi. Buğdayın nasıl toprağa düştüğünü, toprağı delip nasıl filizlendiğini, nasıl başak olduğunu, nasıl yeni taneler verdiğini, un olurken, hamur olurken, pişip ekmek olurken ne kadar zamanda kimlerin elinden geçtiğini, kimlerin alın teriyle karıştığını ve bize nasıl armağan edildiğini başka bir zaman uzun uzun anlatırım sana ama o yıldızın ışığı biz henüz daha biz çocukken, benim misket oynadığım, senin ip atladığın zamanlarda çıkmıştı yola.
Çocukluğunu hatırladığında benim çocukluğumu da merak ettiğin oldu mu hiç? Birbirlerinden habersiz, birbirlerinden çok uzakta ama aynı gökyüzü altında oldukları için yakın iki çocuk, karşılaşacakları güne doğru büyürlerken şimdi baktığımız bu yıldızın ışığı da sabırla bize doğru yol alıyordu.
Ben orta okula giderken sen ilk okul sıralarında olmalısın. Ergen olduğumda belki halen çocuktun. Yeter artık büyüdüm. Ben ben oldum. Varın farkıma diye bağırdığım anlarda belki saçlarındaki beyaz kurdeleyi çözüyordun, belki bir kediyi okşuyordun belki de gözyaşlarınla yanaklarını ıslattığın bir bez bebeğe sarılıyordun teselli bulabilirmiş gibi. Korktuğum anlarda korkmuş, heyecanlandığım anlarda heyecanlanmış, üzüldüğüm anlarda üzülmüş müydün? Tarifsiz, nedensiz kederlerin ansızın gelip üzerime çöreklendiği anlar senin ağladığın, yüreğimin pırpır edip kabıma sığmadığım nedensiz sevinç patlamaları senin güldüğün zamanlar mı denk gelmişti acaba?
Birbirinden ayrı iki ırmağın yolunu izleyerek birleşmesi ve beraber akmaya başlaması gibi bir benzetme çok mu sıradan bir benzetme olur? Irmaklar, yıldızlar, sevgiden emek emekten sevgi oluşturma çabaları edebi olmaya çalışan bir yazı da çok mu sakil durur? Ne olursa olsun. Sonuçta sevgilim o yıldız ışığını gönderdi bir kere. Şimdi o titrek parıltı görmek istediklerini göremezse eğer, bunca yolu boşu boşuna gelmenin hayal kırıklığıyla geçip gidecek. İster felsefe de ister fizik kuralı. Aynı suda iki defa ıslanamayacağın gibi, aynı ışığı da iki kere göremezsin. Hadi şimdi gülümse.