O maçı Orhan kaybetmişti, ben kazanmıştım. Orhan’la aynı takımdaydık, maçı kaybetmiştik ama ben kazanmıştım. Biraz karışık ve anlaşılmaz oldu belki ama durum bundan ibaretti. Orhan beni dinlemedi, hiçbirimizi dinlemedi, hepimiz kaybettik ama ben en azından kendi iç dünyamda kazanmıştım.
O günlerde diyeceğim, sözü yine o günlerde, bizim zamanımızda, bizim gençliğimizde diye başlayan ve tekrar etmekten zevk aldığımız o nostalji takıntısına getirmiş gibi olacağım. Neylersin ki o günlerde iki taşı karşılıklı koyup kale yaptığımız boş arsalar, taneciklerin çoraplarımızın içine girip parmak aralarımıza kadar sızdığı kum sahalar vardı. Hayır, amacım o günlerde olup da bu günlerde olmayanları anlatmak da değil ama yine neylersin ki bizim için ciddi haysiyet meselesi olan mahalle maçlarımız vardı. Öyle bir maçtı işte Orhan’ın kaybettiği, hepimizin başı önde ayrıldığı ama benim kazandığım.
Bazen işler ters gider. Çoğunlukla müdahale edemediğimiz durumlarla mücadele etmek zorunda kalırız. Bir yere yetişmek üzere aceleyle yola çıkarsın, sanki seni bekliyormuş gibi trafik tam o anda sıkışır, arabanın lastiği patlar, yarı yola geldiğinde cüzdanını kimliğini evde unuttuğunu anlarsın, geç kalman için bütün nedenler arka arkaya dizilir. Hepsi bir yana bu hayatın çok kesin bir gerçekliği vardır; zamanında beklemeye başladığın tren ya gecikir ya da sen istasyona girdiğin sırada vaktinden önce geçip gitmiştir. Yine de elinden geleni yapmışsındır. O gün işe on dakika geç kalacağın için vicdanın rahatsızdır ama kaybeden sen değil, zamanlamayı bir türlü tutturamadığından onlarca insanı geride bırakan adamdır. O içerdedir, sen dışarıda.
Bazen de oyunun içinde olduğun halde çabaların sonucu değiştirmeye yetmez. Kaybedeceğini bildiği bir oyunu oynamak kaybetmekten daha ağır gelir insana. Çok daha ağırı, biri ya da birkaçının yanlış yaptığını bildiğin halde onlarla aynı takımda oynamaktır. Neylersin ki ve yine neylersin ki her zaman burunun dikine giden ve ayarı bozan birileri vardır. Uyarıların fayda etmez, sözlerine kulak asmaz…
O günlerden biriydi, o eski günlerden bir gün. Sicim gibi yağan yağmurun altında ciğerlerimizi patlatırcasına koşuyorduk. Her biri birbirinden ince, paslar atıyordum. Topu Orhan alıyordu, ya iki üç kişinin arasına girip kaybediyor ya da dağlara taşlara vuruyordu. Top ona geldiğindeyse hep beraber bağırıyorduk, “Orhan pas!…” dinlemiyordu. Orhan bencilce oynuyordu. Orhan kendisi için oynuyordu. Bütün takım kızgındı. Bağırıp çağıranlar oldu. Pas vermeyi bıraktılar. Arka arkaya goller yedik, takım oyundan koptu. Orhan’sa yine aynı Orhandı. O an karar verdim kendi kendime. Her ne olursa olsun, kim bırakırsa bıraksın ben bırakmayacaktım. Benim görevim topu Orhan’a atmaktı. Yağmur iç çamaşırıma kadar işlemişti. Islak formanın içinde terlediğimden üzerimden buharlar tütüyordu, yorgundum, yorulmuştum, nefes nefese kalmıştım, gücüm tükenmek üzereydi ama koşacaktım. Top kapmak için var gücümle çalışacak, kazandığım topu Orhan’a atacaktım. Son ana son saniyeye kadar düşündüğüm gibi yaptım. O ise üzerine düşeni değil canının istediğini yaptı. Maç bitti. Hep beraber kaybettik. Vicdanımı yokladım. Ben o maçı kazanmıştım.